27 Mayıs 2007 Pazar

At, Ok, Türk

Oğuz sözcüğünün 'ok' tan geldiğini, ok ve oğulun aynı anlamı taşıdığını söyler Macar bilim adamı Laszlo Torday. Türklerde ok ve yay pagan dönemden bu yana bir hakimiyet sembolüydü. Hakan tahtta otururken ok ve yay tutar, savaşlara komutanları çağırmak için ok ve yay gönderirdi. Garipname adlı eserinde Aşık Paşa, Türk alpinin özelliklerini açıklarken, altıncı şartın; ok ve yaya sahip olmak ve bunları iyi kullanmak olduğunu söyler. Dede Korkut hikâyelerinde ise; Türk gençlerinin boş vakitlerinde ok atarak eğlendiğini, yiğitliklerini ok yarıştırarak gösterdiklerini, hatta evlenen bir gencin, attığı okun düştüğü yere gerdek çadırını kurduğu yazar.
Osmanlı'da ise ateşli silahların icadından sonra okçuluk, hem dini hem de geleneksel özelliklerini koruyarak bir spor halini aldı. Savaşın en önemli uzak mesafe silahı, bir zaman sonra barış zamanlarını temsil eden, kendi ahlakı, adabı hatta kanunları olan bir spor dalıydı. Fatih Sultan Mehmet fetihten sonra bugünkü Okmeydanı çevresini, okçuluk müsabakaları için düzenletti ve okçuluk tekkesini kurdu. Osmanlı'nın birçok şehrinde bulunan ok meydanları, aslında sporcuların toplandıkları, yemek yedikleri, sohbet ettikleri; günümüzdeki spor kulüplerinin ilk örnekleriydi. Yine Fatih'in kurallara bağladığı okçuluk; zamanla liyakat, eşitlik, sabır ve erdeme ulaşmak için bir yol oldu. Yiğitlerin tüm hüneri ve ahlakı burada görülüyordu. Her şey meydandaydı. Cennetten bir köşe gibi kabul edilen meydanların sınırlarına kimse tecavüz edemiyor, meydana aptessiz girilmiyor, hatta yağmur duaları bile burada yapılıyordu. Uzun zaman meydan şeyhlerinin sözlü devam ettirdiği kurallar ve fetvalarla yönetilen spor, 1682 yılında kırk kişilik bir kurulun hazırladığı atıcılar kanunu 'kanunname-i rimat' ile yazılı hale geldi. Bu, dünya spor tarihinin ilk yazılı kanunlarındandı.
Ok meydanlarında ok atabilmek için kabza almak, yani lisans sahibi olmak gerekliydi. Ne ki bunun için çok çile (yayın iki ucuna takılan ve oku atmaya yarayan kaytan) çekmek gerekiyordu. Okçuluk yapmak isteyen önce tekke şeyhinden izin alıp, namaz kılar ve çalışmaya başlardı. Şakirt denilen acemi okçular, kepaze denilen yayın çilesini günde 50'den 500 kereye kadar çekip bırakırlardı. Bunun yanına her sabah on kezden başlayıp, her defasında artırarak avuçlarını bir mermere vururlardı. Sonraki aylarda ucu lastik toplarla kapatılmış oklarla talim atışları yapılırdı. En az beş ay sabırla, bıkmadan, usanmadan çalışan şakirdin vücudu kepazeye uyum sağlayıp, oku titretmeden atmayı öğrendiğinde, kabza almak için tekke şeyhinin huzuruna çıkar, şahitlerin önünde, yayı ve şeyhin elini öperdi. Kabzayı şakirdin eline bırakan şeyh, kulağına kemankeşlik sırrını da fısıldardı. Bundan sonra da çok çile çekilir, her gün idman yapılırdı. Çünkü büyük ustalar der ki: 'İdmanı bir gün bırakanı, kemankeşlik on gün bırakır.'
Bir kemankeşin olgunluk derecesini gösteren anıt, kendi adına diktireceği menzil taşıydı. Bunun için başka okçuları geçmesi gerekirdi. Atıcı menzil bozmak, yani baştaşı geçmek isterse, meydan ihtiyarlarının iznini isterdi. Ne ki atılan ok, baştaşın 30 gez sağına ya da soluna düşmemişse rekor kabul olmazdı. Yine güneşli bir nisan günü vezir, molla, ağa, bey takım takım herkes atış için meydana toplanmıştı. Nedir, atışları Yavuz Sultan Selim Han'da izliyordu. Herkes menziline oku fırlatıp, hedeflerini vurduktan sonra, sıra İhtiyar Bektaş Subaşı adlı kemankeşe gelmişti. Yanında iki ayak şahidi ve daha önce oraya menzil taşı diktiren bir kemankeş vardı. Okun düşeceği yerde üç havacı duruyordu. Bektaş Subaşı önce 'şevkınıza' diyerek izleyenleri selamladı. 'Kuvvet ola' diye karşılık aldı. Dizlerinin üstüne çöktü. 'Ya hak' diye yayına sarıldığında, sultanın önünde titreyen ellerine kuvvet geldi. Yaydan şimşek gibi fırlayan ok, bin gez ötedeki hedefin kalbine saplandı. Bu kutlu günü Yahya Kemal 'Ok' şiirinde anlatmıştı. İhiyar Bektaş Subaşı'nın oku, bugün hala Okmeydanı'nda apartmanlar arasında yükseliyor.
Peşrev okuyla 900 gezden (1 gez: 80 cm.) uzak menzil atıp 'büyük kabza' alan kemankeşlerin adları, 1682'den 1891'in 27 Ağustosu'na kadar bir sicil defterine yazıldı. Son gün kabza alan altı kemankeşle sayı 3375'i bulmuştu. Menzil atışları dışında nişanı vurma (puta atış) ve darp vurma (sert cisimleri delmek) da yapılırdı. Günümüz teknolojisinin yaptığı oklar ancak 250-300 metre uzaklığa düşebilirken, Osmanlı'da kabza alabilmek için en az 900 gez (700 m.) menzile atmak gerekiyordu. Bunun sırrı en az on yıl bekletilip işlenen Akçaağaç ve Kızılcıktan imal edilen yaylar, Kaz Dağları'nda yetişen çamlardan yapılan oklar ve bunları yoğuran ustaların bilgilerinde gizliydi. Kırılamayan rekorların başında ise 1281,5 gez (yaklaşık 1024 m.) mesafeli Bursalı Şüca Tozkoparan İskender'in gündoğusu menzili geliyordu.
( alıntıdır)

Hiç yorum yok:


DUR YOLCU !


..

« Anasayfa | Resimler »

« Anasayfa | Resimler »

Blog Arşivi